Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), adaleti hayatının merkezine koymuş ve tüm insanlara hakkaniyetle davranmayı öğütlemiştir. O, adaletin sadece mahkemelerde değil, gündelik yaşamda, aile ilişkilerinde, toplumsal düzen içinde ve devlet yönetiminde de esas alınması gerektiğini vurgulamıştır. Onun adalet anlayışı, şahsi menfaatlerden bağımsız, tamamen hak ve doğruluk üzerine kuruluydu.
bir örnekle açıklayacak olursak:
Bir gün Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Kureyş kabilesinden soylu bir kadının hırsızlık yaptığı haberi geldi. O dönemde Arap toplumunda soyluların cezalandırılmaması gibi bir anlayış vardı. Ancak, kadının ailesi, cezadan kurtulması için Peygamberimiz’in en sevdiği sahabelerden olan Üsame bin Zeyd’i aracı olarak gönderdi. Üsame, kadına ayrıcalık tanınmasını rica ettiğinde, Peygamberimiz’in yüzü değişti ve şöyle buyurdu:
“Sizden öncekiler, aralarındaki güçlü biri suç işlediğinde onu serbest bırakır, zayıf biri suç işlediğinde ise cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.” (Buhârî, Hudûd, 11; Müslim, Hudûd, 8)
Bu olay, onun adalet anlayışının ne kadar sarsılmaz olduğunu gösterir. Kendi ailesinden biri bile suç işlese onu kayırmayacağını açıkça ifade etmiştir. Bu, sadece sözde kalan bir ilke değil, onun hayatı boyunca uyguladığı bir düstur olmuştur. Bu yüzden Peygamberimiz’in (s.a.v.) adalet anlayışı, insanlar arasında ayrıcalık yapmayan, güçlüye de zayıfa da eşit davranan bir prensibe dayanıyordu.
Bu olaydan çıkarılacak ders, gerçek adaletin menfaatlere göre değil, hakikate göre şekillenmesi gerektiğidir. Peygamber Efendimiz’in bu tavrı, günümüz toplumlarında da yöneticilerden bireylere kadar herkesin örnek alması gereken bir adalet anlayışını ortaya koymaktadır.